top of page

Baştan söyleyeyim de… Bu resmin ismi benim hayat mottom falan değil. Benim ağzımdan çıkmış bir cümle de değil. Tam tersi, birinin bana tek bir defa söylemiş olduğu bir cümle. O kadarcık… Fakat işte öyle bir zamanda öyle bir kişi öyle bir şekilde söyledi ki, işlerin hangi noktaya gelebileceğini ne ben ne de söyleyen tahmin edebilirdik.

 

 

İkibindokuz yılıydı Kanada’da üçüncü yılımdaydım. Ablamın okulu bitmişti, Türkiye’de bir sene çalışıp Avrupa’ya mastera gitme planları yapıyordu. Bana “sen de Avrupa’daki sanat okullarını araştırsana, çok iyi okullar var. Hem aileye de yakın olursun” dedi. Aklıma yattı benim de… Aslında herşeyim oturmuştu Montreal’de, oralı gibi olmuştum artık ama üç sene boyunca senede altı ay kar görmek canımı sıkmaya başlamıştı açıkçası. Her sabah bembeyaz bir ekrana bakar gibi uyanmak bir noktadan sonra içini şişiriyor insanın… Neyse araştırmaya başladım biraz. Tabii bir danışman gerekiyordu. Onlar nereye nasıl başvurulur daha iyi biliyorlar. E bir de atölye tabii… Hatırlarsın kesin, hangi bölgenin ne renk olması gerektiğini söyleyen boyama kitapları vardı çocukken. Hani onları saymazsak, o zamana kadar ben karikatürden başka bir şey çizmemiştim. Onları sayarsak… Ufak bir pastel boya geçmişim var diyebilirim. Kara kalem sulu boya falan, piii hiçbiri yok. Dolayısıyla ders almam gerekiyordu. Ders alacağım, hazırlanıp portfolyo oluşturacağım. Haber de salındı etrafa ki belki birinin bildiği bir yer vardır falan diye. 

 

Bulduk sonunda bir yer. Atladık görüşmeye gittik, babamla ikimiziz. Nişantaşı’nda, Rumeli Caddesi üzerinde eski bir binanın üçüncü katı… Çıktık yukarı bize bir kız açtı kapıyı. “Görüşmeye geldik” deyince “aa tamam” dedi “siz şöyle geçin. Ben hemen haber veriyorum hocaya.” “Tamam” dedik, orada küçük bir oda vardı, belli ki bu tip görüşmeler için falan kullanılıyordu, kız da orayı işaret ediyordu. Geçtik oturduk. Benim de elimde çirkin beyaz bir torbada taa ortaokul ve öncesinden kalma karikatürlerim duruyor. Sözde hocaya göstereceğim, O da benim seviyemi tespit edecek kaç sene öncesinin resimleriyle. Neyse… O eski binanın o eski ve gıcırtılı parkelerinden anladık ki biri bizim olduğumuz odaya doğru geliyor. Kapıda belirdi biri… Elinde dolu büyük bir bira bardağıyla. “Nasılsınız? Hoşgeldiniz. Memnun oldum” falan diye girdi konuya. Çok nazik, mavi gözlü, uzun gri-beyaz saçlı, gene gri-beyaz top sakallı bir adam. Saçlarını tokayla bağlamış falan… Şimdi ben o günü çok net hatırlıyorum, yaz gelmemiş olmasına rağmen acayip sıcak bir gündü. Ben zaten normalde de yanan biriyim, bir de üstüne üç sene Kanada’nın iklimine alışmışım utanmasam donla gezeceğim, hocaya bir baktım. Şu Caterpillar botlar vardır hani, onlardan giyiyor… Üstüne kot pantolon, onun üstüne gömlek… Ben adamın karşısında şort-tişört zaten terliyorum, bir de kıyafetleri dikkatimi çekince iyice terlemeye başladım. Neyse ki gömleğinin kollarını kıvırmış falan diyorum kendi kendime. 

 

Biz böyle havadan sudan konuşurken babam artık konuya girdi. Çünkü o gün aslında O gelmeyebilirdi. Tesadüfen o gün o saatte oraya yakın bir yerde işi olduğu için ben de geleyim göreyim atölyeyi bari dedi. Babam sadede gelmek isteyince hoca da kendisinden, atölyeden bahsetmeye başladı. Benimle alakalı da şöyle hazırlanırız, bunları yaparız, zaman biraz kısıtlı ama olsun, yetiştiririz falan gibi şeyler söylüyor… E yani zaman tabii ki kısıtlı… Çünkü işin içinde ben varım… Son dakikaya kalıyor işler yapacak birşey yok. Anne selam, sevgiler, öpüyorum, iç çekme bunu okuyunca… Babam da “e peki, hadi bakalım” deyip bana dönüp “burdan sonrasını sana bırakıyorum” dedi. Tamam gibisinden kafa salladım ben de, belli ki bizimki işine geç kalıyor, kalkmanın peşinde. Hoca da anlayınca babamın kalkacağını araya girdi, “İlhan önümüzdeki günlerde birkaç defa gelip denesin, atölyeye alışsın isterseniz biz derslere başlamadan” dedi. Sonra da “belki atölyeye alışamaz, ne bileyim belki bana alışamaz” dedi gülerek. “Mesela” dedi, “hani bira falan içiyorum, sorun olur mu senin için bilmiyorum” dedi bana bakarak… Yahu!…  Ben zaten yanıyorum, bir de üstüne hocanın kıyafetlerine baktıkça iyice fenalık basıyor, hocanın beni tek serinleten görüntüsü birası ve kıvrılmış gömlek kolları, bir bira da bana verse kana kana içeceğim. Hoca gelip bana “sorun olur mu bilmiyorum” deyince şu arabalara konan oyuncak kopekler vardı, onlar gibi iki dakka boyunca kafamı salladım sağa sola… O da “tamam o zaman” dedi.

 

Babam tam kalkacak… Aklına bir şey geleceği tuttu. “Aa” dedi “senin resimleri göstersene hocaya.” Buyur bakalım şimdi… Gerçekten hiç göstermek istemiyorum resimleri. Yani kötü olduklarını düşündüğümden değil de, çok eski resimler. Bir de torba da çirkin, elimde olduğunu tam unutmuşken yeniden hatırlamış oldum… Çıkardım orta sehpaya koydum, hoca da oradan ikişer-üçer alıp alıp bakıyor. “Hmm”, “hıhımmm”, “mmm” falan demeye başladı birkaçına baktıktan sonra. “Bunlar güzel” dedi en son… O zamanlar bunun ne anlama gelebileceği hakkında bir tahminim vardı, zamanla hocayı da tanıdıkça tahminimin az çok doğruluğunu anlamış oldum, tercümesi bayağı bayağı şuydu : “Hmm, sıçtık. Evett, sıçtık.” “Bayaaağı işimiz var bu çocukla.”

 

Babam kalktı, “memnun oldum” dedi vedalaştı. Ben kaldım atölyede. Hazır işim yok o gün, gelmişken gerçekten bir göreyim istedim atölyenin ortamını. Öğrencilerin olduğu yere geçtim. Onlardan biraz ayrı oturttular beni, karşımda da ufak bir sehpa… Hoca geldi sehpaya bir Jameson şişesi koydu. Tam karşıdan göreceğim şekilde… “Bunu” dedi “nasıl istiyorsan öyle çizmeni istiyorum, takıl, keyfine göre çiz, bir görelim bakalım ne çıkacak.” “Eh” dedim kendi kendime “hadi çizelim bakalım.” Tabii ben o zamana kadar sadece karikatür çizdiğim için benim hayalimde anında şu oluşmuştu: Şişe kırılıp ortadan ikiye ayrılmış şekilde sehpanın üzerinde duruyor, alt kısmı dik üst kısmı sehpada yatıyor. Hoca da boyut olarak neredeyse bir sinekten biraz daha büyük, elinde viski bardağı, şişede kalan son viskiyi şişenin sehpada dik duran alt kısmının üzerinde oturmuş yudumluyor… Benim kafa öyle çalışıyordu… E peki ilk günden hoca şişeye mi oturtulur? Olacak iş değil… Kara kalem çizmeye çalışacağız artık yapacak bir şey yok. 

 

Mükemmeliyetçi bir insandım ben o yaşlarda… Hala biraz öyleyim de o zamanlar çok aşırıydı, herşey iyi olsun derken detaylarda kaybolabiliyordum. Şişeyi çizerken de aman her detay iyi olsun derken on dakika geçti ben hala şişenin kapak kısmındayım. Bu arada kara kalem çizerken obje önce bir zemine oturtulur, aşağıdan başlanır, ben o zamanlar bilmiyordum. Ben karikatür çizerken hep kafadan başlamaya alıştığım için şişede de haliyle kapaktan başladım. Bir de kara kalem hiç çizmediğim için iyice kasıyorum kendimi güzel gözüksün diye. O sırada da bir kız var odada… Etrafta dolanıyor ama genelde benim tepemde… Şu bize kapıyı açan… Atölyeye geldiğimizde… Bir de gelip tepemde sırıtıyor sürekli. Arada bakıyorum… Dalga geçiyor gibi değil, merak eden gözlerle izliyor nedense, izlerken de sırıtıyor. Ben de o yaşlarda mükemmeliyetçi olduğum kadar sinirli de bir tiptim. O yüzden kendi kendime “haydaa” diyorum, “çattık.” En sonunda kız dayanamadı, dedi ki “şişenin üzerinde bazı küçük yazılar var onları da çizecek misin?” Asistanmış meğer orada… Ben de her aptal detayla uğraştığımdan, meğer sabrıma hayret etmiş o yüzden gülüyormuş. Neyse ben asistanın da yardımıyla saçma sapan bir zaman harcayarak sonunda bir şişeyi çizmeyi becerdim, o günü bir şişeyle kapattım. Ve birkaç defa daha oldu böyle… Hiç bilmediğim bir teknikle resim yaptığımdan ve bir de iyi gözüksün istediğimden detaylarda boğula boğula günde tek resmi anca bitirebiliyordum. 

 

Sonunda karar verdik, deneme süreci bitsin derslere başlayalım dedik. Çünkü ben atölyeyi de hocayı da çok sevmiştim. Asistanları da… Hocanın enteresan bir özelliği vardı bu arada… Suratı sanki iki bölümden oluşuyordu. Yani konuşurken mesela sadece ağız ve çene bölümüne dikkat etsen dersin ki konuşmasının ortasında her an bir şiir patlatabilir bu adam. Öyle bir ses tonu da vardı… Ya da hayal edebilirsin bakınca, sakin sakin resim yapıyor falan… Fakat üst kısma, gözlerinin olduğu bölüme bakınca da bazen “heh” dersin, “fırçanın büyüğü birazdan geliyor.”  Yani bir yandan rahatsın, bir yandan da karşısında asla ciddiyeti bırakmaman gerektiğini hissediyorsun. Tatlı sertin artık bu kadarı… Şimdi ben alt tarafı anladım anlamasına da, üst niye bazen bu kadar sert oluyor? Alt kolay, adam sanatçı sonuçta, böyle hissettirmesi doğal da üst niye böyle? Çözemiyordum. Atölyeye gide gele, hocayla sohbet ede ede onu da zamanla öğrendim. Hoca meğer eski askermiş…

 

Bir gün gene atölyedeyim. Artık derslere başlayalı bir hafta falan olmuş ama ben hala her günü tek resimle kapatıyorum. Hoca da benim çok detaycı ve sinirli bir tip olduğumu gördüğünden bana henüz nasıl yaklaşacağını bilmiyor. Daha ilk günden “hadi artık, biraz hızlan” demek yerine yavaş yavaş yapıyordu o işi. Fakat o gün ben normal hızımdan da yavaştım, detaylarda fazla fazla zaman harcıyordum. Hocanın da artık canına tak etmiş olacak ki geldi yanıma… “İlhan” dedi “kalemi bırak, bir ara ver hadi.” Ben de bir resmi bitirmeden yerimden kalkmayı sevmem eğer çok yorulmadıysam ama bana gerçekten bir ara vermem gerektiğini hissettirdi. “Tamam” dedim. “Yalnız” dedi, “bundan sonra burada resim yaparken şu şekilde çalışmanı istiyorum. Buraya sen sıçmaya geliyorsun. Şimdi sıçacaksın ki, portfolyoyu hazırlarken daha rahat olabilelim. Sıç, saçmala artık, düşünme! Rahat ol ki eksikleri daha rahat görelim, daha rahat ilerleyelim.”

 

Dedim ya… Hocanın eski asker olması sebebiyle bazen bakışları sert olabiliyor. E bir de ses tonundan bahsettim. Gayet sakin, dingin, insanı rahatlatan falan… Az çok görünüşünü de anlattım… Şimdi bu kimyada biri, hele ki bir de hocansa, gelip sana “Sıç. Saçmala artık, düşünme!” dediğinde, insanın gerçekten sıçası geliyor. Yani diyorsun ki bir düşünmeyeyim de şuracığa saçmalayayım accık. 

 

O gün işte yeni bir dönemin başlangıcı olmuştu benim için. O kadar mükemmeliyetçi biriyken bir anda bundan vaz mı geçmiştim? Tabii ki hayır… Resim yaparken artık çok rahattım belki ama kontrolü de hala elimde tutuyordum. Fakat zaten hocanın da planı buydu. Bu kadar detaycı, her an sinirlenebilecek, kapalı biriyken, bir haftada çözmüştü beni ve öyle bir anda öyle bir şekilde bana bunu hissettirmişti ki tam onikiden vurmuştu. Yakınım birkaç kişi bilir, bu iş o kadar ileri gitti ki zamanla bir tekniğe dönüştü ve hocayla adına “mantıklı saçmalama” koyduk. O’nun bana verdiği sıç saçmala gazıyla benim kontrolüm birleşince acayip bir şey çıktı ortaya zamanla. Bu seriye başlamadan önce birkaç resmim vardır o teknikle evde duvarda asılılar… “Yansımalar” serisindeki teknikse farklı, ama çıkış noktası işte o günlere dayanıyor… 

 

 

Ve eveeet…

 

Artık gelelim şu kıza… Vardı ya hani, sonradan asistan olduğunu öğrendiğim. İsmi Gülsüm. Karadenizli çatlak… Eğer olur da bu yazıyı okursan umarım güldürürüm gene seni. Çok teşekkür ederim yardımların için. 

 

Hocamın da ismini söyleyeyim artık değil mi? Metin Telçeker…. Hocam, sizi çok seviyorum… Bende emeğiniz çok. 

 

Bu resmi yaparken…

 

Sıçtım,

 

saçmaladım,

 

düşünmedim.

bottom of page